Son günlerde kamuoyu ve medyada sıklıkla tartışılan bazı konular dikkatimi çekiyor. Ankara’nın orta ve uzun vadeli su ihtiyacının karşılanmasına yönelik olarak 2007 de başlatılan ve bu sene içinde tamamlanan Kızılırmak içme suyu temin projesinin, Kızılırmak suyunun yüksek oranda zehirli madde içerdiği iddiası ile sivil toplum örgütlerince gündeme taşınması bunlardan bir tanesi. Diğer bir konu ise ülkemizde üretilen domateslerin yüksek oranda nitrat içerdiği iddiası ile Rusya tarafından yapılan önemli miktarda domates ithalatının Rus yetkili makamlarınca durdurulması. Son olarak dikkat çeken diğer konu ise bazı iç siyasi gelişmeler nedeni ile ülkemizin finansal piyasalarda ve yabancı yatırımcı nezdinde güven kaybına uğraması nedeni ile yatırım portföylerinin ve risk algılamalarının olumsuz yönde etkilenmesi.
Bu üç olayda da dikkati çeken ortak bir nokta var. “İtibar” kavramı… İlkinde bir kamu kurumunun, ikincisinde tarımsal üretim yapan kişi ve şirketlerin, en son olayda da genel olarak bir ülkenin bazı olaylar (tehditler) nedeni ile nasıl itibar riski ile karşı karşıya kalabildiğini görmekteyiz. Bu olayların, yani tehditlerin belirli bir olasılık dahilinde gerçekleşmesi, diğer bir ifade ile riskin realize olması sonucu sistemsel, stratejik, finansal, yasal, itibar veya operasyonel bazı kayıpların olabileceği aşikar. Yani itibar riskinin bir tehdit senaryosuna bağlı olarak gerçekleşmesi sonucu bazı kayıplar yaşanması muhtemel. Üzerinde durmak istediğim konu ne suyun zehirli madde içermesi, ne domatesin nitrat oranının yüksekliği ne de iç siyasi olumsuzluklar. Bunların gerçekliği veya nedenlerine ilişkin bir çerçeveden değil, mesleki bir perspektiften itibar riski ve itibar riskinin nasıl yönetilmesi gerektiği konularına göz atmak istiyorum. Gerçekten de suyun veya domateslerin insan sağlığına etkilerinden veya iç siyasi tartışmaların yerinde olup olmamasından çok bunların yaratabileceği sonuçlar ve bu sonuçların önceden öngörülüp engellenebileceği gerçeği üzerine odaklanmak gerektiği düşüncesindeyim. Peki nedir itibar riski? İtibar riski, kamuoyu olumsuz görüşlerinin, kişi, kurum, ülke ve sistemler üzerinde mevcut ve olası etkilerini ifade etmektedir. Kısaca kurumların imaj ve itibarını zarara uğratan risklerdir. Örneğin güven esasına dayalı olarak faaliyet gösteren bankalar için dürüstlük konusundaki kamuoyu görüşü veya kurumun bu yönde sağladığı imaj sahip olunan en değerli aktiflerden biridir. Yine benzer şekilde bir ülkenin dış yatırımcı, borç veren ve ilişkide bulunduğu uluslararası kurumlar nezdindeki itibarı o ülkenin dünya ekonomisi, siyaseti ve sosyal düzeni içindeki konumunu etkilemektedir. Bu denli önemli olan bir kavram ve bununla ilişkili itibar riskine dair ülkemiz kamu ve özel sektöründe ne denli bir farkındalık var? Bu risk iyi yönetilebiliyor mu? Bu sorulara verilecek cevaplar son günlerde tartışılan ve yukarıda bahsettiğimiz üç olayında açıkça desteklediği gibi olumsuz. İtibar riskini yönetmek için önce “itibarın” risk altında olduğunun farkında olunması gerekiyor. Yani itibar kaybını önemli bir kayıp gerçekleşmeden fark etmek gerekiyor. Yani kendimiz, kurumumuz ve ülkemiz için söz konusu olan diğer riskler ile birlikte itibar riski ve verebileceği zararları da iyi kavramamız şart. Esasen itibar riskinin yönetimi de diğer risklerin yönetiminden farklılık arz etmiyor. En azından yaklaşım olarak. Elbette ki farklı riskler için farklı risk yönetim stratejileri söz konusu. Ancak ana yaklaşım değişmiyor. Etkin bir risk yönetimi her zaman risk farkındalığı ve risk yönetimi ihtiyacının en iyi şekilde anlaşılması ile başlıyor. Bu bir kültür ve iletişim meselesi. Burada ülkemiz gerçekleri göz önüne alındığında en önemli görev biz iç denetçilere düşüyor. Farkındalığın oluşturulması ve bu ihtiyacın karşılanmasına yönelik adımların atılmasının teşvik edilmesi bizim görevimiz. Özellikle ülkemizdeki gibi risk ve risk yönetimine aşina olmayan kurumsal yapılarda, farkındalık oluşmasının orta vadeli bir iş olduğu gerçeğinden hareketle, bu çaba zamana bırakılarak diğer aşamaya geçiliyor. Bu aşama risklerin kurum çapında tanımlanması. Yani söz konusu risklerin tespit edilmesi. Yani bir kurumun, proje veya genel olarak ülkenin itibarını tehdit eden veya edebilecek durumların ortaya konması. İşte bu tanımlama farkındalık sürecinin oluşumunu da tetikliyor. Tanımlama aşamasından hemen sonra bu tanımlanmış risklerin ölçülmesi aşaması geliyor. Ölçümleme şu demek. Bu risklerin yaratabileceği etki, yani olası kayıplar ile bu riskin gerçekleşme olasılığının veya bir başka değişle sıklığının tespit edilmesi. Bu ölçüm işlemi nitel veya nicel yöntemler kullanılmak sureti ile belirlenebiliyor. En son aşama ise bu risklerin en ciddi yani yaratabileceği etki ve gerçekleşme olasılığı en yüksek olanından başlayarak en düşük olana dek sıralanması. Bu sıralama bize görece önemli veya çok kritik olan bazı riskleri açıkça görebilme ve bu risklere yönetimde öncelik verme şansı veriyor. En yüksek riskten en düşüğe göre yapılan sıralama sonucu, bu riskler uygun risk yönetim stratejileri ile yönetilebilir hale geliyor. İşte burada çok geniş bir yelpazede risk yönetim stratejileri mevcut. Risklerin sigorta edilmek sureti ile 3. şahıslara transferi, iş ortaklıkları kurulmak suretiyle paylaşılması, operasyonlara son verilmek suretiyle risklerden kaçınılması veya genelde en yaygın yöntem olarak iç kontroller ve genel bir iç kontrol sistemi tesis edilmek sureti ile kontrol edilmesi bunlardan birkaç tanesi. Bunların her biri belirli bir maliyeti olan ve farklı risk düzeylerinde işe yarayabilecek alternatifler. En son aşamada ise bu risklerin yönetilmesi sürecinde ve sonrasında bunların ilgili mercilere yani kurumların üst yönetimlerine raporlanması ve bu faaliyetlerin bir bütün olarak bu yönetimlerce izlenmesi gerekiyor. İşte iç denetim birimleri ve iç denetçiler kurum yönetimleri adına bu izleme görevi kapsamında gerçekleştirdikleri sürekli ve periyodik denetimler ile yönetimlere yardımcı oluyorlar. Bu izleme ve raporlama faaliyetleri sonrası geri bildirim mekanizması işleyerek risk yönetim sürecinde bir hata veya eksiklik mevcut ise en başa dönülerek bu hatanın düzeltilmesine imkan sağlıyor. Bahse konu itibar riskleri de bu şekilde tespit edilmek ve yönetilmek suretiyle yaşanabilecek önemli kayıplar engellenebiliyor. İtibar riskleri özellikle bazı sektörlerde çok önemli. Hızla mali, stratejik ve hatta sistemsel risklere dönüşebilmesi gözden kaçmamalı. Yani medyada çıkan bir haber veya sürdürülen bir tartışma gerçekte oldukça başarılı işler yaptığı bilinen bir kurumu kamuoyu önünde işini iyi yapmama imajı ile veya halkın kafasında bazı şüpheler ile baş başa bırakabiliyor. Çoğu kere bu tür tartışmalar kurumların lehine de sonuçlanabiliyor. Ancak unutulmamalıdır ki bazen itibarınız iade edilse de aynı düzeyde bir güvenin sağlanması mümkün olmuyor. Haklı olsanız da olmasanız da bu böyle. Örneğin, Kızılırmak suyunun tartışılması başta ben olmak üzere pek çok kişinin evinde musluk suyu kullanmamasına yol açtı. Dışarıdan su temin etmek oldukça ciddi bir maliyet teşkil ediyor. Bunun yanı sıra toplum genelinde sağlığa ilişkin yaşanabilecek olumsuzlukların itibar riskinin şiddetini arttırabileceği ve bununla beraber yasal bazı riskleri de ortaya çıkarabileceği ortada. Çevremizde, Rusya tarafından sağlığa zararlı nitrat maddesi taşıdığı iddiası ile ithali durdurulan ve bu nedenle çoğu yerli pazara verilen domatesleri asla çocuklarına yedirmeyeceğini söyleyen insanlar görüyor, duyuyoruz. Bu domateslerin yerli pazarda da talep sıkıntısı yaşayabileceğini, dolayısı ile üreticimiz açısından mali bir riske dönüşerek mali bir kaybı beraberinde getirdiğini söylemek mümkün. Tabi sağlıkla ilgili durum burada da geçerli olacaktır. Öte yandan belki de en önemli itibar riski bir ülke için söz konusu olan itibar riskidir. En önemli itibar kaybı bir ülkenin yaşayabileceği kayıptır. Çünkü toplumun tamamına sirayet eder. Daha da kötüsü gelişmekte olan ülkelerde olduğu gibi sistemsel bir boyut kazanabilir. Yani sistemsel (sistemik) riske dönüşebilir. Musluk suyu içmek veya domates yemekten kaçınmak mümkün olabilir ancak o ülkede yaşıyorsanız ve yaşamaya devam edecekseniz o ülkeye dair sistemsel risklerden kaçınmanız maalesef mümkün değildir. İşte son iç siyasi tartışma ve gelişmeler de itibar riskinin ve dönüşmesi halinde sistemsel bir riskin gerçekleşmesine yönelik tehditler olarak görülebilir. Bu riskin gerçekleşmesi halinde ülkenin tüm makro dengeleri yıkılabilecek, sadece ekonomik değil, sosyal ve siyasi tüm yapılar da bundan etkilenecektir. Böylesi bir riskin 2001 yılında gerçekleştiğine ve yarattığı etkiye milletçe şahit olmuştuk. İtibar riskini ve diğer tüm riskleri ciddiye almak ve yukarıda bahsedilen tanımla-yönet-izle döngüsü dahilinde etkin bir şekilde ele almak hayati önem taşımaktadır. Su ile ilgili tartışmalara muhatap olan kurumumuz ve diğer tüm özel ve kamu kurumları, üreticilerimiz ve genel olarak ülkemiz bu ve benzeri itibar riskleri ile bundan sonra da sürekli karşılaşacaktır. Bu ne ilk ne de son riske maruz kalmadır. Bu nedenle ülkemiz genelinde risk farkındalığının artırılması ve sağlıklı risk yönetim yapılarının kurulması elzemdir. Bu gereğin yerine getirilmesi amacı ile kamuda atılmakta olan adım, yani iç denetim faaliyeti oluşturulması ve kamuda iç denetim sistemine geçilmesi çok büyük bir devrim niteliğindedir. Bunu iç denetçilerin teşvik ve rehberlik edeceği bir risk yönetim faaliyetinin kurulması aşaması izleyecektir. İşte bu aşamalar risklerin daha etkin yönetilmesi ve kayıpların azaltılması açısından hayati önem taşımaktadır. Not: Genel olarak yukarıda bahsi geçen olayları göz önüne alarak; ilgili kurumun gerekli önlemleri almış olduğu ve alacağına, domateslerimizin büyük bölümünün sağlığı ciddi boyutlarda tehdit edecek kimyasal madde içermediğine ve içerenlerin de ivedilikle imha edileceğine inanmak istiyor ve ülkemizin pek çok kere uluslararası arenada haksız ve dayanaksız biçimde itibar kaybına uğratılmakta olduğunu düşünüyorum. Ancak bu inanış, itibar riskinin etkin bir biçimde ve “reaktif değil” proaktif biçimde yönetilmesi gerektiği gerçeğini değiştirmemektedir.