Japonya’da önceki gün yaşanan ve 6 kişinin ölümü ile sonuçlanan 7.2 şiddetindeki deprem dikkatlerin olası bir İstanbul depremine çevrilmesine neden oldu. Japonya’da 1995 yılında 6400 insanın hayatını kaybettiği Kobe depreminden sonra özel bir yasa çıkartıldığı ve depreme karşı önlem almak amacı ile 90 milyar dolar harcandığı biliniyor. Yani olası diğer bir deprem riskine karşı gerekli tedbirlerin alındığı görülüyor.
Bu önlemlerin en başında gelen tüm halkın ciddi bir eğitimden geçirilerek yıkılan şehirlerin yeniden inşası sürecine doğrudan katılmaları oldu. Halk kente sahip çıkma bilinci ile depreme dayanıklı bir şehir inşasında devlet ile kol kola önemli bir çaba gösterdi. Buna ek olarak konutların teknik anlamda sınanması, gerekli takviyelerin yapılması, denetimlerin sıklaştırılması, gayrimenkullerin ve kişilerin sigortalanmasında önemli mesafe kat edilmesi ve depreme yönelik Ar-Ge çalışmaları yapılarak depreme yönelik bir erken uyarı sisteminin devreye alınması ile geçtiğimiz hafta yaşanan 7.2 şiddetindeki depremde can kaybı oldukça düşük oldu. Üstelik depremin şiddeti Kobe depremi ile aynı olmasına rağmen. Otoyolları, dağları, ovaları adeta kağıt gibi yırtan bu denli ciddi bir felakette 6 kişilik can kaybı gerçekten önemli bir başarı (ölenlere Allahtan rahmet diliyoruz).
Medya kuruluşlarında uzmanlarca yapılan bazı değerlendirmelerde benzer bir depremin İstanbul’da olması halinde bu depremin 55 bin ila 150 bin arası can kaybı ve ortalama 1 milyon kişinin evsiz kalmasına yol açacağı belirtildi. Buna ek olarak zararın ekonomik boyutunun 100 milyar dolar olacağı
Öte yandan 1999 yılında gerçekleşen 7.4 lük Marmara depremi 17 bine yakın vatandaşımızın kaybı ile sonuçlanmış, bu acı depremin akabinde uzmanlarca Marmara’da yeni bir deprem riskinin yüksek olasılığa sahip olduğu pek çok platformda defalarca gündeme getirilmişti. Japonya’nın Kobe den sonra olası diğer bir deprem riskine karşı aldığı bunca tedbire rağmen bizde Marmara depreminden sonra olası diğer bir deprem riskine karşı ancak 2006 yılında harekete geçildi. Bugüne kadar 144 okul binasının yeniden yapıldığı, 188 okul binasına takviyede bulunulduğu ifade edildi. Depreme ilişkin hükümet tarafından ortaya koyulacak bir “master plan” olduğu söyleniyor. Yapılaşmayı mercek altına alacak olan Deprem Yasası ise 2 yıldır TBMM’de beklemekte. Bu yasa taslağının beklentileri karşılamaktan uzak olduğu da uzmanlarca dile getirilmekte.
Şimdi bazı ramlara göz atalım:
-
İstanbul’da bulunan yaklaşık 20 bin kamu binasından 3 bin 600 tanesinin acil olarak depreme karşı güçlendirilmesi gerektiği söyleniyor
-
İstanbul’daki binaların en az p’inin henüz bu riske yönelik bir mühendislik hizmeti almadığı tahmin ediliyor.
-
Türkiye genelindeki 17 milyon yapıdan sadece 2.5 milyonunun depreme karşı sigortalı olduğu bilinmekte.
-
İstanbul’da yapıların sadece %2 si A sınıfı, yani depreme uygun koşullarda olan yapı. ˜ ise mimar veya mühendislerce el atılıp, deprem düşünülerek planlanmamış yapılar.
-
Bu ˜’in de % 75’inin kaçak olduğu tahmin edilmekte.
Genel olarak deprem riskini yönetmede üç temel stratejiden bahsedilmekte:
1)
Yapının belirli kural ve standartlara uygun olarak, sağlam yapılması
2)
Sağlam olmayanın yıkılması
3)
Riskin transfer edilmesi; yani sigorta hizmetlerinden faydalanılması
Bunlara ek olarak bizce ve belki de en öncelikle toplumda bir deprem bilincinin oluşturulması gerekmekte. Bu medya, eğitimler ve yasal zorunluluklar ile söz konusu olabilir.
Ülkemizin bu konuda maalesef etkin bir politika izleyemediğine şahit olmaktayız. Bunun elbette ki mali, sosyal veya siyasal nedenleri vardır. Ülkemizde olası bir depreme karşı Japonya’nın ayırdığı kaynağı ayırmak acıdır ki mümkün gözükmüyor. Siyasi iradenin yasayı en iyi haline getirmek için değil, çok farklı kesimlerin, muhatapların, çıkar gruplarının isteklerini gözetmek adına beklettiği de aşikar. Yine buna ek olarak söz konusu yasalar ile halka yüklenecek ciddi bir maddi fatura söz konusu olacak. Hiç bir hükümetin de bu yükü yaklaşan seçimler öncesi halka yüklemesi kolay gözükmüyor. Tüm bunlara ek olarak İstanbul, ekonomik büyüme ve yabancı yatırımı teşvik amacı ile bir cazibe merkezi haline getirilmek isteniyor. Bu iyi niyetli bir çaba olmasına rağmen elbette ki riskli bir karar. Bu faktörlerin bileşimi sonucu ortaya şu şekilde bir tablo çıkıyor:
1)
Gündelik bazı siyasi çekişmeler ve kavgalar deprem riskinden daha fazla dikkat çekiyor. Deprem riski, ülkeyi bir kurum olarak düşünürsek, kurum risklerinin en tepesinde görülmüyor.
2)
Ülkemizin sahip olduğu kaynaklar ve mali tablo göz önüne alındığında depreme yönelik kaynak ayırma noktasında imkanların yeterli olmadığı görülüyor.
3)
Konuya ilişkin yasal düzenlemeler gecikmiş durumda. Bu düzenlemeler pek çok sivil toplum örgütünce kapsam, teknik boyut ve yaptırım gücü açısından yeterli bulunmuyor.
4)
İstanbul bir cazibe merkezi haline getirilmek suretiyle göç ve nüfus artışı teşvik ediliyor.
5)
Deprem riski ve bu riske bağlı etkiler, panik ve olumsuz ekonomik sonuçlara yol açmamak adına kamuoyu ve medyada gerektiği şekilde gündeme getirilmiyor, getirilmesine anlaşılmaz bir şekilde engel olunuyor.
6)
Riske dair toplum genelinde de bir farkındalık söz konusu değil. Riskin olası etkisi, yani can ve mal kayıpları ile riskin gerçekleşme olasılığına dair net bir çalışma da ortaya koyulmuş değil.
7)
Deprem riskinin yönetilmesine yönelik çabaların koordinasyonunda da problemler olduğu görülüyor.
Tüm bu tespitler ışığında, ülkemizin belki de en önemli riski olan deprem riskine karşı gerekli farkındalığın oluşmadığı, risklerin yönetimine ilişkin kurumsal bir çerçevenin bulunmadığı, risk yönetim stratejilerinin farklı senaryolar dahilinde ortaya koyulmadığı, koyulduysa bile bunun etkin bir iletişim faaliyeti ile duyurulmadığı, deprem sonrası acil eylem planlarının tam ve eksiksiz hazır hale getirilemediği görülmektedir. Kısaca deprem riskini iyi yönetemiyoruz! Unutulmamalıdır ki hiçbir maddi, siyasi veya sosyal kayıp, insan hayatı kadar önemli değildir.