Anasayfa » Yönetim ve Organizasyon I Strateji » Başarının Merkezindeki İnsanı Gerçekten Ne Kadar Anlıyoruz?

Başarının Merkezindeki İnsanı Gerçekten Ne Kadar Anlıyoruz?

zenvemoto2….. niçin motosikleti böyle katletmişlerdi? Bu yapanlar teknolojiden kaçan insanlar değil, bizzat teknolojistlerin kendileri idi. Bir iş yapmaya oturmuşlar ve bunu maymun gibi yapmışlardı, yaptıkları işte insani hiç bir şey bulunmuyordu. Bunun görünür bir nedeni yoktu. ……. Ama bence bunun en önemli sebebi halleriydi. Açıklaması zor. İyi huylu, dostane, boşvermiş ve ilgisiz. İzleyici gibiydiler sanki. Onların orada yalnızca gezindikleri, ama birisinin onlar gezinirken ellerine somun anahtarı tutuşturduğu gibi bir izlenime kapılıyordunuz. O işin kimliği yoktu üstlerinde. “Ben tamirciyim” demiyorlardı. Saat 17 ya da 8 saatleri dolduğunda işi bırakacakları ve artık işleriyle ilgili hiç bir şey düşünmeyecekleri belliydi. Zaten çalışırken de yaptıkları işle ilgili herhangi bir düşünceye sahip olmamaya çalışıyorlardı. Onlar kendi çaplarında, pek çok kişi gibi aynı şeyi yapıyorlar, yani teknoloji ile yaşıyorlar, ama aslında onunla ilgilenmiyorlardı. Ya da biraz ilgileniyorlardı, ama benlikleri bunun dışında, bundan kopuk ve uzaktı. İçine girmişlerdi ama özen gösterecek kadar değil. 

 

Yukarıdaki Robert M. Pirsig’in 1974 tarihli Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı adlı kitabından bir paragraf. Motorunu bakıma götüren roman kahramanı, motorunun basit arızasını bulamayıp, üstüne de tamir etmeye çalışırken motorun çalışan bir çok parçasına zarar veren tamirciler için yazmış bunu.

 

Nasıl da bugünün beyaz ve mavi yaka işlerini, işçilerini, profesyonellerini tanımlıyor. Sene 2022 ve hizmet alırken ya da verirken, bu paragraftan farklı bir şey görmek mümkün mü? İşin özü şu; benliği, bilinci, kalbi işin içinde olmayan gönülsüzler ordusu ile çalışmak zor. Hem onları yönetmek açısından, hem de onlar açısından zor! İnsan sevmediği, kendini vermediği, kalben ve ruhen benimsemediği bir işte ancak “mış” gibi yapıyor, idare ediyor, vakit öldürüyor. O nedenle şirketlerimiz ve kamu kurumlarımız ekseriyetle emeklilik hayalleri kuran veya işi bırakıp Ege’ye yerleşme hayalleri kuran insanlar ile doludur. İşi bıraksan, emekli olsan, Egeye yerleşsen ne yapacaksın? Sorun, göreceksiniz ki bunun net bir cevabı yoktur.

 

Kitapta modern yaşam; metalik-plastik yalnızlıkların hüküm sürdüğü, özdeki çirkinlik ya da boşlukların yapay bir “stil” cilasıyla kapatılmaya çalışıldığı, “stilize” nesneler, “stilize” insanlar ve “stilize” ilişkiler ile dolu, teknoloji ve finans tapınaklarının birer ibadethaneye döndüğü, yüzeysel ve bencil bir acımasızlığa işaret ediyor. Sene 2022 de durum ne? Çok mu farklı?

 

Bundan yarım asır önce yazılmış bu kitapta bugünü anlatan o kadar çok paragraf var ki sayamadım.

 

O zaman değişim hem çok hızlı, hem de aslında yok! Teknoloji ve sosyolojide hızlı, beşer de yavaş. Muhtemelen aynı satırlar 1900′lerin başında veya 1800′lerin başında da söylenebilirdi. Demek ki teknoloji hızlı değişiyor, beraberinde ekonomi ve sosyal hayatı değiştiriyor, buna paralel yozlaşma hızlı oluyor, insan buna uyum sağlamaya çalışırken ruhunu kaybediyor.

 

Peki bu düşüncelerimi  sizlerle neden paylaşmak istedim?

 

Çünkü organizasyonlarımızda, işyerlerimizde bir şeyleri hatalı yapıyoruz. İnsanı denklemde hep unutuyoruz. İnsan Kaynakları Yönetimi gerçekten insanı anlıyor mu? Yetiyor mu? İnsanı kalben, tüm benliği ile, tüm mevcudiyeti ile kendini veren, çalışan, üreten, ürettiğinden mutlu olan ve hayata pozitif bakan bir bireye dönüştürmek için ne yapıyoruz? Evet aile, eğitimi toplum, kültür, vb. sorunlarımız var. Her ülkede var.

 

Z kuşağı öyle ciddiyetsiz, Y kuşağı böyle aidiyetsiz, X kuşağı şöyle duyarsız diyerek olayı basite indirgememek gerek. Bu mesele kuşaklarla değil, insanlık ile ilgili bir mesele. Bir tarafta merkezinde korkunç bir teknolojik değişim olan, seviyesiz ve yüzeysel pop-kültür fırtınalarına ve siyasi ortamdan kaynaklı saçmalıklara her gün maruz kalıp bunlar altında uçup kaybolmamaya çabalayan insan, diğer tarafta bu kuşak yargıları! Ne kadar da yüzeysel kalıyor değil mi?

 

Peki biz bu korkunç hızlı değişimin insana etkisini anlayabilsek, insan ile empati yapabilsek, korkuları ve endişeleri yok eden, öğrenmeyi teşvik eden, hata yapmaktan korkulmayan, insani değerleri performansın önünde tutan, iyilik ve samimiyet odaklı organizasyonlara dönüşebilsek ne olurdu? Yöneticilerimiz liyakat ve adaletle yönetse, patron gibi değil, birer ağabey ve abla gibi kol kanat gerseler, bizi yetiştirseler, aile ortamı sağlasalar ne olurdu? Şirket sahipleri Net Kar ve EBITDA’larının kayda değer bir bölümünü çalışanları ile paylaşsalar ve biz ortağız söylemini geliştirseler ne olurdu? Şirketler çalışanlarına makina parkları, tezgahları, BT sistemleri veya sermayelerinden daha fazla önem verseler ne olurdu? Çalışanlarımızı bugünün saçma sapan becerileri yerine, geleceğe hazırlasak ve değişimden kaynaklı korkuları endişeleri ortadan kaldıracak beceri ve donanımları onlara kazandırsak ne olurdu? İnsanı gerçekten anlayıp, onu doğru değerlendirebilsek ne olurdu?

 

Bence insanlar kalben ve ruhen işyerinde olurlardı, işyerlerine herseylerini verirlerdi, takım arkadaşları ile rekabet etmez, onların yardımına koşar, şirketi kendi şirketleri gibi benimserlerdi. Böyle şirketlerde liderlik etmek de, yönetmek de, kontrol sağlamak da kolay olurdu.

 

Sonuç?

 

Daha mutlu çalışan, daha fazla üretim, daha kaliteli çıktı, daha düşük maliyet, daha memnun müşteri, daha çok nakit, daha çok kar!

 

Biraz üzerinde düşünsek iyi olacak. Bu arada kitabı da herkese tavsiye ediyorum.

 

zenvemoto

 

Bir Cevap Yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmadı

Şu HTML etiketlerini ve özelliklerini kullanabilirsiniz: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <strike> <strong>


Yukarıya Git